Modern romancılık anlayışını dönüştüren ve metinlerarasılık temelinde postmodern bir edebiyatı benimseyen Orhan Pamuk, dünya çapında ses getirmiş bir yazar. Aynı zamanda senarist ve 2006 Nobel Edebiyat Ödülü’ne sahip olan olan Pamuk’un eserleri çok okunanlar arasında. Yazarın romanları bugüne dek 63 farklı dile çevrildi. Yazarın tarihsel referanslar, politik göndermeler ve psikolojik gerçeklerle dolup taşan romanları, okurlara ilgi çekici kurgusal evrenler sunuyor. Kitaplarıyla okurlarını heyecanlandıran yazarın eserleri şimdi Storytel’de.
Storytel’de pek çok farklı eserini bulabileceğin Pamuk’un kitaplarından seçilmiş en etkileyici alıntıları senin için bir araya getirdik.
Hicret, yalnız evdeki zalimden kaçmak için değil, ruhumuzun derinliklerine ulaşmak için de yapılır.
Bir kadınla üç şey yapabilirsin: Ya onu seversin, ya onun için acı çekersin ya da onu yazarsın.
Sokakları, duvarları, ağaçları, yaprakları bir köşeden aydınlatan bir fener sönünce, gölgeler ve mutlu hatıralar kayboldu ve geriye yalnızca dünyanın manasızlığını hissettiren bir ölüm korkusu ve yalnızlık kaldı.
Aynaya bakarken nasıl görünüşünü seyrediyorsa insan, kendi düşüncesinin içine bakarak da özünü seyredebilirdi.
Romancılık, insanın kendi hayatından başka birinin hayatı gibi, başkalarının hayatından da kendi hayatıymış gibi söz edebilme hüneridir. Böyle olduğu için de kimin konuştuğunu tam anlamak zordur.
Aslında kimse, onu yaşarken hayatının en mutlu ânını yaşadığını bilmez. Bazı insanlar kimi coşkulu anlarında hayatlarının o altın ânını “şimdi” yaşadıklarını içtenlikle (ve sık sık) düşünebilir ya da söyleyebilirler belki, ama gene de ruhlarının bir yanıyla bu andan da güzelini, daha da mutlu olanını ileride yaşayacaklarına inanırlar. Çünkü özellikle gençliğinde, hiç kimse bundan sonra her şeyin daha kötü olacağını düşünerek hayatını sürdüremeyeceği gibi, insan eğer hayatının en mutlu ânını yaşadığını hayal edebilecek kadar mutluysa, geleceğin de güzel olacağını düşünecek kadar iyimser olur.
Benim gibi adamlar için, yani aşkı ve acıyı, mutluluk ve sefaleti eninde sonunda ezeli bir yalnızlığın bahanesi haline getiren benim gibi keder erbabı için, hayatta ne büyük sevinçler olur, ne de büyük üzüntüler.
Dostoyevski’nin bütün hayatı boyunca Batı’ya karşı hissettiği aşk ve nefret duygularını pek çok kereler kendi içimde de hissettim. Ama ondan asıl öğrendiğim şey, asıl iyimserlik kaynağı, bu büyük yazarın Batı ile aşk ve nefret ilişkisinden yola çıkıp, onların ötesinde kurduğu bambaşka bir alem oldu.
İnsan şehirde kalabalık içinde yalnız olabilirdi ve şehri şehir yapan şey de zaten kalabalık içinde insanın kafasındaki tuhaflığı saklayabilme imkanıydı.
Aramaktan, beklemekten, geceleri de kitabı yeniden okumaktan başka yapacak hiçbir şeyim yoktu.
Çünkü kendim olamazsam onların olmamı istedikleri biri oluyorum ve onların olmamı istedikleri o insana hiç katlanamıyorum ve onların olmamı istedikleri o dayanılmaz kişi olacağıma hiçbir şey olmayayım ya da hiç olmayayım daha iyi diye düşünüyordum.
Her şeyin her şeyi tekrar ettiği ve bu yüzden yaşlanıp ölmek olmasa insanın zaman diye bir şeyin var olduğunu hiç fark edemediği ve âlemin de zaman hiç yokmuş gibi hep aynı hikâyeler ve resimlerle resmedildiği hem eski hem yeni bir zamanda…
Sanki olmasını istediğim şeyler çok yavaş oluyor ve olurken de onları düşündüğüm ve beklediğim gibi olmuyorlar; hepsi sanki beni öfkelendirmek için ağır ağır geliyorlar ve sonra birden bir bakıyorsun, hemen geçip gitmişler bile.
Ama mezarlıkta yürüyen kendisi değil de başkasıydı; hayatı da bir başkasının başına gelen bir şeydi sanki.
Hayatta en büyük teselli budur. Kalpten gelen dürtülerle yapılmış ve iyi kurulmuş şiirsel müzelerde, sevdiğimiz eski eşyalarla karşılaştığımız için değil, Zaman kaybolduğu için teselli oluruz.
İnsanın en küçük ayrıntısına kadar tanıdığı birisinin büyüsüne korkulu bir rüyayı sever gibi kapılacağını ileri sürdüm.
“Yirmi yıl sonra yani otuz yedi yaşına bastığın o günlerde dünyadaki bütün kötülüklerin, yani yoksulların bu kadar yoksul ve akılsız olmalarının ve zenginlerin bu kadar zengin ve akıllı olmalarının, kabalığın, şiddetin ve ruhsuzluğun, yani sende ölme isteği ve suçluluk duyguları uyandıran her şeyin nedeninin herkesin herkes gibi düşünmesi olduğunu en sonunda anlamış olacaksın,” dedi.
Bugün de bitecekti, bu bayram da bitecekti, sonra başka günler de beklenecekti. Onların bittiğini de hüzünle görecekti. Küçük parlayışlarla akıp giden bir zaman, direnmeyen su gibi hayat vardı.
Deniz rüyalar gibi karanlık ve uyku gibi derindi.
Güneş yeniden açtığında, dünyanın esrarının, ağlayan yüzün ifadesindeki bir sır ile ilişkili olduğunu anladı. Sanki alemin anlamı kaybolmuştu: Eskiden, o pek çok bildik ve tanıdık gelen anlaşılabilir dünyayı, yüzlerin üzerindeki sıradan bir anlam, sıradan bir ifade ayakta tutuyordu. Şimdi Tıpkı tılsımlı bir kasenin şıngırdayarak kırılmasından sihirli ve billur bir sürahinin çatlamasından sonra her şeyin alt üst olması gibi, ağlayan yüzün üzerinde o tuhaf ifadenin belirmesinden sonra, her şeyin anlamı, celladı korkulu bir yalnızlığa bırakarak kaybolmuştu…
Olaysız geçen hayatında tek sarsıntı, Marcel Proust’un geçmiş zamanın peşine düştüğü o okumakla bitmeyecek kitabını ömrünün sonuna doğru okumaya başlamasıymış.
Uzun bir süre kimseyle konuşmadım; içime döndüm. Dünya ile arama uzaklık koydum. Dünya güzeldi, içim de güzel olsun istedim.
Tahammül edebilmek için Allah’a sığınmaktan başka çare yoktur.
Ben uyuyamam. Uyuyacağımı ve unutacağımı düşünürüm, ama yalnızca beklerim uykuyu, bekledikçe boşuna beklediğimi anlar beklerim.
Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum. Bilseydim, bu mutluluğu koruyabilir, her şey de bambaşka gelişebilir miydi? Evet, bunun hayatımın en mutlu anı olduğunu anlayabilseydim, asla kaçırmazdım o mutluluğu.
Şimdiyse hayatını kurtarmıştı, ama bu hayatın geri kalanında öfkelenmekten başka hiçbir şey yapamayacağını bilmenin peşin mutsuzluğu vardı üzerinde.
Yazar olmak için, sabır ve çileden önce içimizde kalabalıktan, cemaatten, günlük sıradan hayattan, herkesin yaşadığı şeylerden kaçıp bir odaya kapanma dürtüsü olmalıdır. Sabır ve umudu yazıyla kendimize derin bir dünya kurmak için isteriz. Ama bir odaya, kitaplarla dolu bir odaya kapanma isteği bizi harekete geçiren ilk şeydir.
İki hayatı, iki ruhu olmalı insanın. Birincisiyle ticaret, ötekiyle neşe! Bu ikisini birbirine karıştırmadan yaşamalı! İkisi de birbirine yardım etmeli, birbirine engel olmamalı. Evet, böyle olacak. Benim hayatım da böyle olacak! Yaşayacağım!
Dünyayı esrarlı yapan bir şey varsa, o da, insanın kendi içinde barındırdığı, ikiz kardeşi gibi birlikte yaşadığı bir ikinci kişinin varlığıydı.
Hem her şeyi göreceksin hem de görünmez adam olacaksın. Hem her şeyi işiteceksin hem de hiçbir şeyi işitmemiş gibi yapacaksın… Günde on saat yürüyeceksin, ama hiç yürümemiş gibi hissedeceksin kendini. Yoruldun mu oğlum, oturalım mı?
Kitap suların dibinde asırlardır yatan kayıp bir hazineyi bulup ortaya çıkarıyor ve ben satırlar ve kelimeler arasında bulduklarıma, şimdi artık bu da benim, demek istiyordum. Son sayfalarda bir yerde, bunu ben de düşünmüştüm de demek istedim. Daha sonra, kitabın anlattığı dünyaya bütünüyle girdiğimde, karanlıkla alacakaranlık arasından çıkan bir melek gibi ölümü gördüm. Kendi ölümümü…
Hayata, o bir seferlik araba yolculuğu bitince yeniden başlayamazsın ama elinde bir kitap varsa ne kadar karışık ve anlaşılmaz olursa olsun, o kitap bittiği zaman, anlaşılmaz olan şeyi ve hayatı yeniden anlayabilmek için istersen başa dönüp biten kitabı yeniden okuyabilirsin…
Mutlu olabilmek için her gün bir miktar edebiyatla ilgilenmem gerekiyor. Hani her gün bir ilaçtan bir kaşık alması gereken hastalar vardır… Edebiyata bağımlılığım da beni bu anlamda ‘yarı ölü’ durumuna getirmiştir.
Ama her şeyin sihirli bir güzelliği de vardı. Tepemdeki yıldızların bana yaklaştığını ve önümde çok mutlu bir hayat olduğunu hissettim.
Her sabah gazeteleri hayatımı değiştirecek, etkileyecek yeni bir şeyler bulma umuduyla okuyorum. Belki bir dünya savaşı çıkar diye düşünüyorum. Ya da başka bir şey. Savaş çıksın istemiyorum. Beklediğim, değiştiremediğim hayatımı değiştirecek bir olay. Hayatımı değiştirecek gücü kendimde bulamıyorum. Zaten bu değişmenin nasıl bir şey olması gerektiğini de bilmiyorum.
İstanbul’un güzel şehir olduğunu, ama insanın burada köle değil, efendi olması gerektiğini düşünürdüm.
Orhan Pamuk’un Eserleri Storytel’de
Sürükleyici kurguların mimarı Orhan Pamuk’un pek çok eseri şimdi Storytel’de. İnsan psikolojisinin, toplumun ve hafızanın derinliklerine inen kitaplarıyla Pamuk, çok okunan yazarlar arasında. Orhan Pamuk’un kitaplarını ister sesli kitap olarak dinleyebilir istersen e-kitap olarak okuyabilirsin. Hemen şimdi Storytel aboneliğini başlatarak kitapların büyülü dünyasına adım atabilirsin.
Kitap TavsiyeleriRomanTürk Klasikleri