Türkiye Polisiye Edebiyatının Önemli İsmi Ahmet Ümit ile Keyifli Bir Söyleşi

Türkiye’de polisiye edebiyatın en önemli isimlerinden biri olan Ahmet Ümit, yazarlık serüvenini ve bugüne kadar kaleme aldığı kitaplarını şekillendiren deneyimlerini Storytel okurları için anlatıyor.

Yaşar Kemal, Orhan Kemal gibi büyük yazarların sözlü hikâye anlatıcılığı geleneğinden beslendiğinizi biliyoruz. Çocukken dinlediği masallar Ahmet Ümit edebiyat serüvenini nasıl etkiledi?

ahmet ümit

Aslında çok derinden etkilemiş fakat ben farkında değildim. Yani Yaşar ağabey bunun farkındaydı. Aslında Yaşar Kemal’le benim doğduğum yerin arası 200 kilometre falandır; çok yakındır yani. Hemen Hemite, yani Gavur Dağları’nın eteğinde Yaşar ağabeyin doğduğu köy. Benim Gaziantep de oraya 200 kilometre bile yoktur; zannetmem yani, biraz daha kısa. Ve ben de yetiştim ona. O zaman bizde destan denen bir şey vardı ama bu destan, bildik anlamda destan değil; kan davaları olurdu yahut işte böyle genç kadınlar çocuklarını doğururken ölen… Genç ama trajik olaylar… Bir trafik kazası falan olduğu zaman bunlarla ilgili böyle sözlü bir takım şeyleri ağlayarak söylerler ve bunları kasetlere koyarlardı ve aynı zamanda bastırırlardı tek sayfa olarak. Dağıtırlardı. İnsanlar bunları dinlemekten büyük zevk alırlardı. Böyle acıklı, trajik şeylerden büyük zevk alırlardı. Aslında aynen devam ediyor şimdi. Acıklı filmler de çok gişe yapıyor; ya çok güldürecek ve çok ağlatacak. Böyle bir şey vardı. Yaşar ağabey bunun farkındaymış o zaman. Köyleri dolaşıyor, bu dediğim destanlar değil ama gerçekten halkın içinden gelen Karacaoğlan derlemeleri, Dadaloğlu derlemeleri topluyor; destanla iç içe ve o sözlü hikaye anlatısıyla iç içe.

Benim annem bir anlatıcı. Bir terzi annem ve çıraklara hikayeler anlatıyor, masallar, romanlar okuyor, onları anlatıyor. Ben aslında orada büyümüşüm ama bunun çok farkında değilim. Çünkü ben böyle bir şeyle uğraşmadığım için, Yaşar ağabey gibi çok genç yaşlarda “anne, ben yazar olacağım” diye bir amacım olmadığı için çok farkında değilim. Ben o sıra politik birtakım olaylarla uğraşıyorum, politik aktivitelerle uğraşıyorum. Yazar olduktan sonra dönüp baktığımda anlıyorum ki benim yazarlığımda annemin bu sözlü anlatı yeteneğinin bir etkisi var. Genetik olarak mı diyeceğiz artık ona yahut çocuksunuz ve anneyi görüyorsunuz, rol modeli yani evde. Domestik bir kadın, böyle her şeyi belirleyen bir kadın. Her şeyi yapan, işi toparlayan, başat bir Osmanlı kadını. Osmanlı ya da Cumhuriyet kadını ne diyeceksek ona. Muhtemelen ondan etkilendim ama farkında değilim. “Bak annem çok güzel hikaye anlatıyor. Ne güzel ben de artık hikaye anlatayım.” diye bir şey yok. Ama yazmaya başladıktan sonra, “Nereden çıktı bu yazarlık, nasıl oldu? Yazarlığın kaynakları nelerdir?” üzerine düşünmeye başladığım zaman tabii bunu anında fark ettim çünkü annemin anlattığı bir masalı yazmıştım Masal Masal İçinde’de. Storytel’de var mıydı?  Onu yazmıştım ve böylece o sözde anlatıyla aslında benim de bir bağlantım olduğunu fark ettim. Orhan Kemal’le de işte yine aynı coğrafyada bulunduğumuzu söyleyebiliriz. Bunlar gurur verici şeyler tabii. 

Edebiyat maceranız “Sokağın Zulası” isimli şiir kitabınızla başladı. Şiirle başlayan bu serüvenin ardından Ahmet Ümit‘in polisiye türüne yönelmesindeki en önemli etken ne oldu?

ahmet ümit

Aslında ben öyküyle başladım. Yani kitap olarak şiir kitabı çıkardım. Baktığınız zaman ilk kitap şiir kitabı oldu ama ilk yazdığım öyküydü ve bu öyküler gerilim dolu öykülerdi. Gerilim derken de fantastik -Stephen King’in kafasında kurduğu gerilim değil- politik gerilim hikayeleriydi. Çünkü ilk yazdığım öykülerde, hani polis yakalıyor bir çocuğa işkence ediyor, yoğun ölümle karşı karşıya. Hakiki düşmanlar var ama burada da tabii polis olduğu için polisten bir şey saklıyor, yani antifaşist bir çocuk. Polis ona işkence yapıyor, diktatörlük döneminin polisi ve çocuk bir şeyler saklamak zorunda. Aslında bu bir suç hikayesi. Tabii kimin suçlu olduğu tartışılabilir. Suçlu olan çocuk değil polis orada ya da rejimin kendisi.  Ama aslında o sıralarda başlamış bende polisiye hikayesi. Çünkü yaklaşık 14 yaşından 30 yaşına kadar politik aktivite içerisinde ve en ön saflarda yer aldım ve çok gergin, gerilimli çatışmalarla dolu bir dönem. Sahte pasaportla Moskova’ya gitmek, vurulmak, yaralanmak, işkence görmek, tutuklanmak, sürgün falan. Yani o dönemi biliyorsunuz anlatır insanlar. Onları yaşadım ben de. Tabii bunları yaşadığım için de gerilimli bir hayatım oldu.

Sürekli çatışma; karşı gruplarla çatışma, polisten saklanma… Yazdığım şeyler de doğal olarak böyle gerilimli oldu. Polisiye böyle çıktı aslında. Düşündüğüm zaman son derece doğal olarak çıkıyor çünkü nasıl yaşarsak öyle yazarız. İşte Kafka örnek verdiğim bir şeydir. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda yaşayan bir Yahudi, pek sağlıklı bir insan değil ve son derece karamsar tablolar çizer bize. Yaşar ağabey Çukurova’da yaşıyor. Orada her şey bereketli, güneş kocaman, o da umut doludur. Ben de böyle bir hayatın içinden geldiğim için zaten gerilim ve adrenalin hep var. Dolayısıyla yazmaya başladığımda bu çıkıyor ortaya. 

Kendi türünüzde yazan yabancı yazarları takip ediyor musunuz? Bunlar arasında en beğendiğiniz isimler hangileri?

Vallahi benim türümde yazan aslında bir yazar var tam olarak. O da maalesef öldü. Çok kıymetli bir yazar ve aslında iki romanı var; Umberto Eco. Onun Gülün Adı ile Foucault’nun Sarkacı aşağı yukarı benim yazdığım türde şeyler. Amin Maalouf var ama polisiye yazmıyor. Neden bunu söyledim çünkü benim yazdıklarım, bir polisiye kurgu içerisinde ama aslında bu ülkenin Osmanlı coğrafyasını ve derinlemesine tarihini, yani Antik Yunan tarihini –Kayıp Tanrılar Ülkesinde olduğu gibi- yahut Roma yahut Osmanlı yahut Hititleri, bütün bunları anlatan kitaplar. Mesela bunları sadece Amin Maalouf’tan farklı olarak bir polisiye kurgu içerisinde anlatıyorum. O anlamda Gülün Adı’na yakın olduğunu söyleyebilirim. Onun dışında benim yazdığım gibi yazan, bu tür yazan yazar maalesef günümüzde -ya da bilmiyorum neye maalesef dedimse- pek yok. Polisiye yazan yazarlar var ama itiraf etmeliyim ki ben o salt polisiyeden çok haz almıyorum. Sadece katil kim, dehşetengiz cinayetler, sarsıcı cinayet sahneleri bunlardan çok haz almıyorum. Bunlar beni çok etkilemiyor. Beni etkileyen şey, evet bir gizem; bunu seviyorum. Bir cinayet, bir bulmaca… Ama bunun altında birtakım kültürel kodların açılması beni çok etkiliyor. İnsana dair hakikatlerin açıklanması, insan ruhuna dair hakikatlerin açıklanması… Bunları okurken de bilgilenmem, bunlar beni açıkçası çok etkiliyor. Durum bu. Kibir gibi algılanmasın bu anlattıklarım ama mesela çıkan bir kitabı alıp okuyorum, isim versem çok ayıp olacak, o yüzden isim vermiyorum. Mesela bir Fransız yazar var; dehşet yani, dehşetlerle dolu, korkunç. Bir süre sonra bırakıyorum, o kadar çok dehşet var ki, buna gerek yok. Katilin, maktulün gözünü çıkarıp arkasına şifre yazmasını ben anlamlı bulmuyorum. Onun yerine bunu yapan katilin zihnine girmek; neden bunu yapıyor, niçin yapıyor, bunun psikolojik, sosyolojik, tarihsel, insani yanlarını aramak daha enteresan.

Yazdığınız romanlarda karakterleri anlatırken, onların yaşadığı koşulları da detaylarıyla anlatıyorsunuz. Yabancı okurlarınızın sosyolojik ve psikolojik olarak yansıttığınız bu kültürel farklılıklara tepkisi ne oluyor?

Genelde çok iyi oluyor, birkaç nedenle çok iyi oluyor. Birincisi yazdığım kültür insanlığın ortak kültürü, yani herkes bir ölçüde Hitit kültürüne, Antik Yunan kültürüne ve Roma kültürüne sahip çıkıyor. Bulunduğum coğrafya da Osmanlı coğrafyası olduğu için Bulgaristan, Yunanistan, Arap ülkeleri, onların hepsi için de çok enteresan çünkü zaten çok yakın geçmişte, 150 yıl önce ortak bir geçmiş paylaşmışız ama aynı zaman bunların hepsi Roma imparatorluğu. İngiltere’ye kadar Roma imparatorluğu var. Yani şimdi İtalya’da yayımlanan kitaplara bayıldılar çünkü imparatorluğun İstanbul’dan önceki başkenti Roma idi. 330 yılında İstanbul, Roma imparatorluğunun başkenti oldu. Alman okurlar için de bu çok enteresan. Çin, Meksika, Etiyopya için de çok enteresan çünkü bizim coğrafya her şeyin başladığı yer. Biraz aşağıda Mezopotamya’da dinler başlıyor. İstanbul, dediğim gibi sadece Doğu Roma’nın değil, Roma’nın başkenti. Şuradan Sultanahmet’e gittiğimizde Büyük Roma Sarayı var; Ayasofya’nın hemen altında ve yüzlerce yıl dünya oradan yönetildi. Sonra Doğu Roma döneminde de aynı şekilde devam etti, Osmanlı döneminde de dünyanın çok önemli bir bölümü oradan yönetildi. Dolayısıyla aslında bizim kültürümüz, anlattığımız kültür, herkes için çok enteresan, dünyanın her yeri için. İkincisi, insanı anlatıyorum. Sonuçta insanların İngilizce, Fransızca, İspanyolca, Arapça, Urduca konuşup Türkçe konuşmamasının bir önemi yok. İslamiyete, Hristiyanlığa, Yahudiliğe inanmasının yahut dinsiz olmasının önemi yok, hepimiz insanız ve sonuçta insanı anlatırsanız herkesin ilgisini çekiyor. Bir sürü Alman okurum ya da İstanbul Hatırası’nın yayımlandığı pek çok yerdeki insanlar, bu kitabı ellerine alarak “biz İstanbul’a gidebiliriz ve bir gezi yapabiliriz” diyorlar, bir roman okuyorlar ve bu kültürle tanışıyorlar. 

Beyoğlu, romanlarınızda en çok konu olan yerlerden biri. Son yıllarda büyük bir dönüşüm geçiren Beyoğlu’nun Türk edebiyatında bu kadar önemli bir yer edinmiş olmasının sebebi nedir sizce? Beyoğlu Ahmet Ümit kitaplarında neyi temsil ediyor?

Şimdi Beyoğlu bence, özellikle İstiklal Caddesi dediğiniz burası; Fransızcası Grande Rue de Péra, Osmanlıcası Cadde-i Kebir, bence yeryüzünde benzersiz bir yer. Benzersiz bir semt diyelim. Çünkü eğlence merkezi olarak var. Londra’da Soho var. Moskova’da Arbats sokağı var. Dünyanın çeşitli yerlerinde böyle mekanlar ama burası gibi yok. Neden yok çünkü oralar bir sanat merkezi ve steril. Evet şimdi Soho’ya gideceğiz filan yani tiyatrolar var efendim işte güzel restoranlar var falan fişmekan, orada bunları görebiliriz. Buraya geldiğinizde evet bunlar var ama öte yandan insanlar etini satıyor. Kadınlar erkekler aşağıda etini satıyor, uyuşturucu satıyor, birbirlerini öldürüyor. Gözümün önünde bunları görüyorum ben. Burası inanılmaz kozmopolit bir yer. Müthiş bir tiyatro sahnesi adeta. Caddeye çıktığınız zaman ana baba günü ve her kesim var, her şey var. Kuruluşu da böyle. Burası Osmanlı’nın batı tarafı. Osmanlı biliyorsunuz hem doğuyu hem batıyı içeren bir büyük imparatorluktu. Batı ve doğu kültürlerini içeriyordu. Beyoğlu’nda bunların hepsini görmek ama daha çok batı tarafını görmek mümkün. İstanbul’u ele alırsak mesela Fatih ve Üsküdar daha çok Müslüman ve Türk ama bu taraf Selanik gibi -dönemin Selanik’i gibi-  İzmir gibi Batı’yı çok öne çıkaran bir yerdi. Batı dediğimiz Osmanlı dışında bir şey değil. Yani Osmanlının Türkler kadar asal vatandaşları elbette Rumlardı, Yahudilerdi, Ermenilerdi, Süryanilerdi, Araplardı. Çok dilli, çok dinli, çok kültürlü bir yapıdan, uygarlıktan bahsediyoruz Osmanlı derken. 

Çok ilginç; Beyoğlu’nda, bu kadar kısa bir bölgede Gregoryen kilisesi var, Katolik kilisesi var, Rum Ortodoks kilisesi ve Rus Ortodoks kilisesi var, Süryani Ortodoks kilisesi var, Evanjelist kilisesi var. Bütün kiliseler burada bulunuyor, dünyanın hiçbir yerinde böyle bir yer bulamazsınız. Bir Batı ülkesinde Protestan ve Katolik kiliseleri belki bir arada bulunabilir ama bunların hepsinin bulunduğu bir örnek yok. Dinden örnek veriyorum ama kültürün temeli olduğu için söylüyorum. O yüzden Beyoğlu gerçekten benzersiz bir yerdi. Ne zamana kadar, özellikle Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül olaylarıyla biz buradaki azınlık yurttaşlarımızı tedirgin edip, hatta işkence edip, hatta öldürüp, evlerini dükkanlarını talan edip onları kovana kadar. Fakat bunlara rağmen Beyoğlu, bir sanat, çok kültürlü özgürlük merkezi olmaya devam ediyor. Şu anda batılılar çok gelmediği için ve rejim böyle biraz da kendi ağırlığını hissettirdiği, işte cami falan bir şeyler yaptığı için daha çok doğu unsurlarından, Arap kültüründen ya da Fars kültüründen insanların geldiğini, bununla uyumlu olarak da nargileci ve lokumcuların açıldığını görebiliriz ama bu geçici bir durumdur. Sokaktaki dinamizmi görebiliyorsunuz, biraz önce geldiniz, inanılmaz. Bu dönem geçecek, batılılar da gelecek ve Beyoğlu tekrar çok kısa sürede inanın bana eski haline kavuşacak. 

Edebiyat yolculuğunuzdaki en önemli dönüm noktasını hangi romanınızdan sonra yaşadınız?

ahmet ümit

Aslında Sis ve Gece benim için çok önemli bir roman. Bu yıl 25. yılı Sis ve Gece’nin. Sis ve Gece’ye kadar bir şiir kitabı, bir masal kitabı, bir öykü kitabı ve bir uzun öykü kitabı yayımladım. Ama Sis ve Gece’de ben polisiye yazabileceğimi fark ettim ve polisiye yazdığımı kanıtladım. Bu anlamda Sis ve Gece benim yazarlık sürecimde çok önemlidir. Ardından bir başka kitap olan Patasana’dan söz edebilirim. Patasana’ya gelinceye kadar Sis ve Gece ile Kar Kokusu olmak üzere iki polisiye roman yayımlamıştım. Kar Kokusu otobiyografik bir roman. Patasana’da ilk kez, biraz önce söylediğim şeyi yaptım; bu ülkedeki tarihi anlattım. Bu çok önemliydi çünkü benim ufkumu açtı. Sadece tarihi ve polisiyenin iç içe geçtiği bir roman yazmakla kalmadım, birden ufkum açıldı ve bu topraklardaki inanılmaz tarihsel zenginliği, tarihsel çeşitliliği gördüm.

Mısır’daki tarih de zengin; beş bin yıllık bir zenginlik var. Firavunlar, krallık ama homojen; firavunlar sülalesi, silsilesi. Biraz önce anlattım, bizde de Hititler bambaşka bir uygarlık, Antik Yunan bambaşka bir uygarlık. Roma, Selçuklu, Osmanlı çok farklı. Bu muhteşem bir özellik, nitelik kazandırıyor yaşadığımız topraklara. Bu iki roman aslında benim için en önemli kırılma noktalarının olduğu romanlar.  Kendimi geliştirdim mi geliştirmedim mi bilmiyorum ama sonradan yazdığım tüm romanlar aşağı yukarı bu iki romanın temelleri üzerinde yükselmiştir diyebiliriz.

Şiddetin meşrulaşmaya başladığı bu dönemde sizin için katilin tanımı da değişti mi? Ahmet Ümit ‘e göre “Katil Kim?” 

Şimdi önce bir suçu anlatalım isterseniz. Suç nedir? Mesela bir ülkeye baktığımız zaman herkes için değişiyor. Suç nedir bu ülkeye baktığımızda? Eğer hukuk varsa -bu ülkede yok ama- hukuk varsa Anayasa’da yasak sayılan ya da hukukun yasak saydığı fiilleri yapmak suçtur. Ama 20 yıl sonra o fiil, suç olmaktan çıkabiliyor. Çok somut anlatmak isterim; örneğin Mustafa Kemal Atatürk, Osmanlı döneminde, Vahdettin ve İngiliz işgal döneminde bir hain olarak aranıyordu. Bulsalardı kurşuna dizeceklerdi. Ama cumhuriyet döneminde bir kahraman ve kurtarıcı oldu. İşte 12 Eylül’den önce Türkiye Komünist Partisi suçtu, 141-142 vardı, onlar kalktı, Türkiye Komünist Partisi serbest oldu. 

Bir yazar suç tanımlarken anayasaya, yasaya göre mi davranacak, yoksa vicdanına göre mi; mesele bu. O yüzden asıl mesele yazarın vicdanında bitiyor bence. Çünkü biz yasalara uygun bir şekilde suç tanımlarsak, bir süre sonra yasak kalktığında benim kitabım da kalkar. Bu nedenle katili ve cinayeti de değerlendirirken yazar kendi vicdanından yola çıkarak hareket eder. Elbette cinayeti onaylamam, ilke olarak onaylamam. Çünkü cinayetin telafisi yoktur. İnsanın hem devlet eliyle -idam gibi- hem insan eliyle öldürülmesi düşüncesine karşı çıkarım, bunu doğru bulmam. Ama bunun üzerinden suçu, cinayeti, insanlığı tartışırım, romanlarımda bunu tartışırım. 

Siz dijital çağın doğup büyüdüğü bir döneme tanıklık etmiş bir yazar olarak eski ve yeni okur arasında ne tür farklılıklar gözlemliyorsunuz? 

Vallahi aslında temelde çok bir fark olduğunu zannetmiyorum. Yani ben çok şanslı bir yazarım ve çok genç okurum var. Kitaplarıma masal kitaplarından başlıyorlar; okullarda okutmaya başlıyorlar. Sonra kitaplar macera, serüven dolu olduğu için gençlerin çok ilgisini çekiyor, kolay okunuyor. Bunların bazıları Kindle’dan okuyorlar ve bazıları Storytel’den dinliyorlar. Bence asıl mesele hikayenin ya da romanın kendisi ve ona karşı tepkileri de genelde çok olumlu ve bir fark yok.

Genç kuşaklarla yeni kuşaklar arasındaki değerlendirmede çok fark görmüyorum çünkü benim romanlarım insanların hem duygularına hem akıllarına sesleniyor. Duygularına sesleniyor çünkü hepimiz çok sıkılıyoruz ve bu sıkıntıyı giderici bir yanı var; bir cinayet çözüyor. Bir heyecan içerisinde bir cinayete, bir matematik çözümüne katılıyor ve bundan büyük bir heyecan duyuyor. Aynı zamanda matematik problemi çözerken aklını kullanıyor. Yani bir şekilde aklını kullandığı için bu da hoşuna gidiyor. Varsayımda bulunuyor, katil şu olabilir, bu ya da şu nedenle olabilir, neden olmayabilir. O nedenle ben dijital okur yahut sesli kitap dinleyen okur yahut kağıt kitaptan okuyan okur arasında bir fark görmüyorum açıkçası. Elbette onlar bir şekilde farklılaşıyor, bu insanların kültürleri ama edebiyatın böyle bir etkisi var; doğrudan her şeyi kaldırıyor ve insanın özüne sesleniyor, ruhuna sesleniyor. O yüzden biz mesela Homeros’u, kaç bin yıl önce yazılmış bir destanı hala büyük bir zevkle okuyoruz.

Galiba Ahmet Ümit farkı da bu. Çağ değişiyor ve siz hiç çağın gerisinde kalmadınız. E-kitaplar vardı hep ulaşılabilirdi, sesli kitaba çok erken adım attınız ve şu anda tüm eserlerinizin sesli kitap olarak yayımlanması çok büyük avantaj. Evet karakterler, kuşaklar değişiyor ama bu değişim içerisinde, okurlar yaşayabildikleri ve ilgi duydukları şekilde içeriğe ulaşabiliyorlarsa mutlaka ulaşıyorlar.

Evet ulaşıyorlar, o çok ilginç, çok farklı kesimler okuyor beni, çok sevindirici. Bütün politik kesimlerden insanlar , çok böyle aktif militan, hani çok düşmanlık duyan, edebiyatı politik  gören insanlar var, onlar için bir şey diyemem. Mesela kendi politik görüşleriyle, partileriyle uyuşmadığı için okumayın falan diyenler arada çıkıyor ama büyük çoğunluk, çok farklı politik görüşlerden olanlar okuyorlar ve takdir ediyorlar. 

Peki romanlarınızda iyi ve kötünün sınırları birbirinden sert bir şekilde ayrılmadığı için, katillerle de kurbanlarla da empati kurabiliyoruz okurlar olarak. Ahmet Ümit kitaplarını yani edebiyatınızı da etkileyen, insanı bir bütün olarak ele alan bu anlayışınızın kökeni ideolojik mi? 

Evet, şöyle diyelim; ideolojinin eleştirisi diyelim. Biraz önce söylediğim gibi ben 14 yaşında solcu oldum. 14 yaşımdan 30 yaşıma kadar bütün hayatım, okul falan hepsi hikayeydi. Benim için birinci derecede önemli olan parti, düşünce, ideoloji, kavga, neyse oydu. Ama sonra fark ettim ki, bu durum hayata dar açıdan bakmama neden oluyor. Elbette her şeyin içerisinde politika, ideoloji, bir dünya görüşümüz vardır. Ama benim dünya görüşüm doğrudur, benim ideolojim doğrudur deyip her şeyi bu ideolojiye indirgediğiniz zaman korkunç bir şey ortaya çıkmaya başlıyor çünkü her şeyin doğrusunu ben temsil ettiğim için benim gibi düşünmeyen herkes de yanlış oluyor. Eğer yanlış insanlarla yaşıyorsanız da onları eğiteceksiniz, dönüştüreceksiniz, bu dönüştürmeyi demokrat bir kafanız varsa bununla yapacaksınız ama belki de siz yanlışsınız. Nitekim Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla beraber, sosyalizmin tek yolunun Sovyet tipi sosyalizm olmadığı anlaşıldı.

Kendi düşüncelerimizin yanlış olmasından daha doğal bir şey olamaz. Hiç kimse mükemmel şekilde doğruyu ifade edemez. Hiç kimse mükemmel şekilde gerçekliğe sahip olamaz. Bugün sahip olsa, iki gün sonra o gerçeklik değişiyor. İşin temelinde, böyle bir bakış açısında sakatlık var. Dolayısıyla ben bir noktada döndüm ve baktım ve bundan kurtuldum. Dedim ki bir dakika, bir romancı insanları değerlendirirken, politikacı gibi “bu faşist” diye yazamaz romanı. O faşisti faşist yapan koşulları anlatmanız gerekir. Bir insan neden ırkçı olur? Bunu anlatmanız gerek. Mesela bir fundamentalist veya dinci neden olur, bir insanı dini inançlarından dolayı niye öldürür? Bu kötü insan deyip geçemem ben. Bunu söylediğim zaman kötü bir romancı olurum. Ama bunu anlattığım zaman, bir insanın, o annesinin sevgiyle büyüttüğü veya büyütmediği bir insanın, nasıl olur da kendi düşüncesinden kendi inancından olmadığı için başka bir insanı öldürebilir sorusunun etrafında dolaşmalıyım ve bunu açmalıyım. O zaman bu olur. Buna işte o katı ideolojik yaklaşımlarla bakarsanız -sağı solu yok bunun- siz kötü bir romancı olursunuz ve hayatı anlamazsınız. Hayatı anlamak için hayatı anlatmak gerekiyor, en doğrusu bu. Ben de hayatı anlatırken mümkün olduğu kadar insanı anlatmak ve çok yönlü bakış açısıyla anlatmak istiyorum. Politika tek bir açıdan bakar. Biz hayatı bir pencere olarak görürsek, o pencere dardır. Ne kadar doğru olursa olsun. Yani politika gereklidir, yanlış anlaşılmasın, mutlaka yapılmalıdır, elzemdir. Siz yapmazsanız başkaları yapar. Sizin hayatınızı yönlendirir, bundan söz etmiyorum. Ama bir yazar olarak sadece politik görüş açısıyla, dar açıdan hayata bakmanız kendinizi kısırlaştırmanız ve yazdığınız eserlerin kadük olması kaçınılmazdır. Çünkü bir süre sonra savunduğumuz politika, zaten koşullar ve hakikat değişeceği için zaten ortadan kalkacaktır. Ama siz evrensel olarak hakikatleri anlatırsanız, insanın evrensel hakikatlerini anlatırsanız, hangi dönem değişirse değişsin sizin yazdıklarınız devam edecektir ve insanları etkilemeye devam edecektir. Biraz önce söylediğim Homeros’un savaşın yıkıcılığını anlattığı eserlerinde olduğu gibi. 

Peki Kayıp Tanrılar Ülkesi zengin tarih atmosferi ile okuru içine çeken kitaplarınızdan biri. Bu kitabı yazarken esin kaynağınız neydi ve bu kitabınızda sizi başlamak için en çok etkileyen şeyler neydi? 

Önce şunu söyleyeyim, romanlarımın içerisinde benim tezli romanlarım da var. Bazıları tezli romanlar değil. Nedir tezli romanlar? Patasana, Kavim, Bab-ı Esrar, İstanbul Hatırası, Elveda Güzel Vatanım ve Kayıp Tanrılar Ülkesi tezli romanlarımdır. Neden? Ben öğrenmek istediğim konuları yazıyorum. Mesela bir konuyu merak ediyorum. Bunu okumam lazım. En iyi yolu yazmak. Onun için araştırma yapıyorum. Biraz önce bahsettik Anadolu’nun muhteşem tarihinden. İşte geziyorum görüyorum. Hitit dönemi, Helenistik Dönem, Roma dönemi, Selçuklu dönemi, Osmanlı dönemi -onların da altlarında var şeyler-. Anadolu’daki Helenistik Dönem’i çok bilmiyordum, bilmek istiyordum. Aklımda bu vardı. 2005 veya 2007 yılıydı, Sis ve Gece kitabım Almancaya çevrilmişti. Berlin’e, orada Pergamon Müzesi’ne gittim ve Pergamon Müzesi zaten Bergama isminden geliyor. Orada bizim buradan, binlerce kilometre öteden götürülmüş ve Pergamon’da sergilenen muhteşem bir anıt gördüm. Çok etkilendim çünkü gördüğüm anıtların hiçbirine benzemiyordu. Vardır ya tapınaklardaki anıtlar; üzeri kapalı falan, bu öyle değil. Muhteşem, üzerinde heykeller falan var. Bir yandan da çok üzüldüm, neden burada değil de Almanya’da sergileniyor ama unuttum bu konuyu. Sonra rastlantı, beni Bergama’ya bir psikoloji kongresi için davet ettiler. Orada da antik kentin tiyatrosunda konuşma yaptım ve o dönemin belediye başkanı vardı Mehmet Gönenç. Onla konuşurken evet ben burayı yazayım dedim. Bunu 2011 yılında söylemişim. Ondan sonra biriktirmeye, kitaplar toplamaya başladım; Bergamalılar yardım etti. Berlin’e gidip gelmeye başladım falan. Dedim ki, ondan sonra bakın Helenistik Dönem’i bilmiyorsunuz, Pergamon ve Efes Anadolu’daki Helenistik kentler. Atina’yla yarışabilecek düzeydeki Helenistik kentler. O zaman burayı yazayım da Helenistik Dönem’i öğreneyim dedim ve işte fikir buradan ortaya çıktı ve yazdık.

Ahmet Ümit kitapları için ufukta yeni bir başlangıç var mı?

Var. Şu anda bir masal yazıyorum. Yine Masal Masal İçinde gibi. Sevmeyi bilmeyen erkekler hakkında bir masal bu. Türkiye biliyorsunuz maalesef kadına yönelik şiddetin ve kadın cinayetlerinin çok olduğu, çok yaygın olduğu bir yer ve bunun altında bence erkeklerin sevgiyi bilmemesi yatıyor. Net olarak böyle. Bulunduğumuz kültür, ataerkil bir kültür ve bu ataerkil kültürde erkekler sevmenin hükmetmek olduğunu, sevmenin öldürmek olduğunu zannediyorlar. Maalesef kitaplarda bile, şarkılarda bile var ne yazık ki. Yani Sait Faik’te bile vardır. “Niye öldürdün? Çok seviyordum ağabey.” Birini öldürmeyi,  büyük aşkın bir tezahürü, bir sonucu gibi gösteriyorlar. Bu, vahşetin, yetersiz insanın, gelişmemiş insanın davranışıdır. Bunun aşkla bir ilgisi yoktur. Birini ben aşkımdan öldürdüm ve öldüm. Bu aşkla ilgili değildir. Bu çaresizlik, zavallılık, cahillik, vahşete eğilimli gelişmemiş insanın eylemidir. Bunu böyle konumlandıralım. İşte aşk nedeniyle öldürüyorum ve bu öldürme biçimi, şiddet biçimi aşkımın bir nedeni, göstergesi değil, hayır değil. Bu senin gelişmemiş, acımasız, vahşi, psikopat biri olduğunun göstergesi. Bunun aşkla ilgisi yok. Dövüyor, beni çok seviyor, kıskandığı için dövüyor; bu da zavallılık. Kimse kimseye dokunamaz. Kimse kimseye vuramaz. İnsan onuru vardır. Bütün mesele budur. İşte bununla ilgili bir masal yazıyorum. 

Storytel

İlgini Çekebilir

Kaplanın Sırtında Storytel’de

20/09/2022

Sizin hiç taht sahibi dedeleriniz öldürüldü mü, kardeşiniz aklını oynattı mı, arabaya binmekte bir dakika geciktiğiniz için kurtulduğunuz bombalı suikasta uğradınız mı, her gün onlarca suikast ihbar aldınız mı, amcanız bilekleri kesilerek ve intihar süsü […]

En Güzel Yol Kitapları

06/06/2022

Bir yolculuk kitabı, uzaklara doğru atılan ilk adımdan itibaren başlar. Bir yolculuk herhangi bir yere yönelik olabilse de hemen her yolculuk temalı kitap, eninde sonunda kişiliğin gelişimini merkeze oturtur. Zira yola çıkan kişiyle yolu yarılayan […]

2020’de En Çok Dinlenen Storytel Kitapları

20/01/2021

Storytel kütüphanesine eklenen binlerce sesli kitap ve e-kitap arasından 2020’de en çok dinlenen Storytel kitapları hangileri merak ediyor musun? Listede belki başucu kitaplarınla karşılaşacaksın, belki de henüz adını duymadıklarınla ya da duyup da okuma, dinleme […]

Türkiye’ye Polisiyeyi Sevdiren Ahmet Ümit Dinleyebileceğin 21 Kitabıyla Storytel’de

30/01/2021

Türkiye’de polisiye denince akla önce Ahmet Ümit gelir; tıpkı dünya edebiyatında polisiye denince akla ilk gelen ismin Agatha Christie olması gibi. Geniş bir okur kitlesine sahip Ümit’in kitaplarının bu kadar ilgi görmesinin en büyük sebebi […]

Bu Kış İçini Isıtacak Aşk Kitapları

31/01/2021

Kış mevsimi gelmişken battaniyelerin içine gömülüp sıcacık bir çay, kahve ya da çikolata ile kitabını alıp keyif yapmaya ne dersin? Peki aşk kitapları sever misin? Soğuk günler başlayınca çoğu zaman sevdiklerimizden, sosyal hayatımızdan uzaklaşıp evimizde kalmayı […]

Yorumlar

Yorum Yazın